Kitap
BİR MİNYATÜR KİTABININ BANA YAPTIKLARI...
CAHİDE KESKİNER
Minyatürün kraliçesi....
a miniature book about Istanbul
a miniature book about Istanbul
Müthiş bir kadın,müthiş bir sanat ve müthiş dünyası...
Yıllarca süren eğitim ve öğretim yılları, Emek, arzu, sabır, azim,..
Çocukluğumda çok gitmek zorunda kalırdık Topkapı'ya.. Vatan caddesi'ndeki büyük büyük annenin evinden Topkapı'ya yürüyerek gider, surların içerisine kurulan açık pazardan alışveriş yapar bazen de oradan Eyüp Sultan Camii'ne bir minibüsle devam ederdik. Eyüp'te halka satın alırdık.
Topkapı'daki surları boynum kopacak gibi kafamı havaya dikerek uzun uzun incelerdim. Bana sanki, Osmanlı ve Bizans sanki sadece 3,4 yıl önce oralarda savaşmışlar da bir tek bu taşlar kalmış gibi gelirdi. Bir de Samatya'nın Kumkapı'nın önünden uzanan surları hiç ama hiç unutamadım. Justinianus'un karısıyla denize bakan ama şimdi hiçbir parçası kalmamış evinin bulunduğu alanı karış karış dolaşırdım..
Bu değerli emekçi sanatçının kitabını Taksim'de bir sahaftan satın alırken birden o yıllar canlandı gözlerimde. Unuttuğum duygular ve unuttuğum İstanbul enstantaneleri canlandı...
İşte bunlar benim çocukluğumun surları,..
Ben de aynı bu şekilde hayal ederdim o semtleri. Nasıl olur da birileri benim hayalimin aynısı kurmuş ve bunları çizgilere, renklere dönüştürmüştü...
Bu hayal hırsızları, büyücüler benim hayallerimi çaldılar ve izinsiz resmettiler...
Toprak renkleri ve tonları, pasteller bu kadar mı güzel olabilir bu hayallerin içinde?
Hepsini çok ama çok kıskandım. Çok da gurur duydum bu sanatçıların ülkemizde yaşıyor olmalarından...
Bu aşı boyalı yalının biraz ilerisinde çay bahçesi görünümlü bir balık lokantası vardı da, pazar günleri bazen öğle yemeğine dedem eski kırmızı kutu şeklinde mercedesiyle bizi oraya götürür, giderken de yolda müzik dinletirdi. Radyosu vardı mercedesin.. Ben hep sesini biraz daha açsalar da kulaklarım doysa isterdim ama ön koltukta oturan anneannem, fazla ses açılmasına izin vermezdi. Mercedesin arması akşamları çalınmasın diye özenle çıkarılır, sabah işe giderken tekrar takılırdı..
Garson, siparişleri almak için, balık isimlerini sıraladığında bir süre sonra, hangisi, hangi balık zihnimde canlandıramaz, kofanayla uskumruyu, lüferle levreği karıştırırdım. Ucuzdu balık, boldu, güzeldi.. Ama ben ince kılçıklarını ayıklama özürlüydüm. hep ziyan olurdu bir kısmı balıklarımın. Özenir bakardım , nasıl da balığın kılçıklarını böyle mükemmel ayıklayabiliyorlar diye..
Artık beceriyorum.
90'li yıllarda Semiramis tekneleriyle turist gruplarına yemekli boğaz turları organize ederdim.
Bazı grupların turlarına ben de katılır, ışıl ışıl boğaz ışıklarıyla tüm bu yalıların önünden geçer, belki bir gün minik bir fiberglass tekne alıp, Kilyos'ta bir yerlerde demirlemeyi ve her cumartesi, pazar o tekneyi kullanıp bu yalıların önünde denize girmeyi hayal ederdim.
Bu hayalimi hiç gerçekleştiremedim. Çünkü, kime bu niyetimi söylesem, hemen itirazlar başlar ve arkasından da o beylik laf söylenirdi. ''en iyi tekne arkadaşımın teknesidir''.
Bu söz hep gözümü korkutmuştu. Her yaz başında Swissotel'in ''yaza merhaba'' partisi için o güzelim tekneye davet edilmeyi beklerdim. Benim asıl amacım bu yalıları görmek ve benim olabilecekleri hayalini kurmaktı. Yoksa, teknede sallanmak hiç de keyifli gelmezdi.
Çoğunlukla da önlerinden geçerken hep bahçedeki küçük müştemilatlarını arardı gözlerim.. Çünkü bilirdim ki, ne mümkündü bu yalılardan birinin benim olabileceği, ben o küçük müştemilatlara razıydım...
Neden? Neden güzel şeyler bu kadar az ve bu kadar pahalı? Bu konu kuantumun neresinde açıklanır?Budist mi olmalıyım bu gerçeği analiz etmek için...
İşte bu yüzden ki, hiç ama hiç hoşlanmadım bu kitabı satın alma fikrimden..
Artık kurmadığım hayalleri hatırlattı bu kitap bana..
Ne garip, ama artık bu yalılardan birine sahip olmak için hayal kurmuyorum..
Naif, güzel, romantik...
Mavinin en güzel tonları, yeşilin en masalsı renkleri,,
Uyum, zevk, detay, mükemmeliyet...
Her şey var bu minyatürlerde...
Şimdi güvercin, kumru, karga ve serçe, arada sırada da saksağan dışında başka bir kuş göremez olduk.
Biz de kitaplara bakıyoruz diğer türleri görmek için ya da google amcaya..
Orhan Pamuk'un ''Benim adım Kırmızı'' kitabını okurken Rönesans sonrası Avrupa'da çoşan resim sanatının yeniliklerinin İstanbul'daki nakkaşlarda nasıl esintiler yarattığını, hatırladım..
Kitaptaki nakkaşlar müthiş bir rekabet içerisindeyken bir taraftan da padişah, perspektiften etkilenerek artık minyatür yerine boyutlu resim yapılmasını istemeye başlamış. Ama her zaman olduğu gibi, yeniliklere kapalı bir toplumda yaşayan nakkaşbaşı, bu Avrupai esintiye karşı çıkmış ve minyatürün devamı için ısrarcı olmuş..
Eğer yanlış hatırlamıyorsam, bu ısrardan dolayı da Osmanlı'da resim sanatının çok gelişemediğini anlatıyordu Orhan Pamuk...
Onu da yap, bunu da ... Sonuçta her ikisi de güzel sanatlar...
İstanbul'un sembolü meşe ve erguvanlar özenle resmedilmiş bu kitapta..
Hepsini koymadım, saygısızlık olmasın diye..
Pamuk eller cebe, kitabı satın alın!
Bu kitabı hazırlayan müthiş sanatçı ve müthiş kadın ise aşağıda....
Şu resmin güzelliğine, zarafete bakın...
Cahide Hanım soldan 2.
Atölyesinde hala yeni minyatürcüler yetiştirmeye devam ediyormuş..
Eksik olmasın bu dünyadan...
Şimdi gelelim bu kitabın bana esinlendirdiklerine;
Keçelerden duvarlar, çin iğnesi ile işlenmiş İstanbul kuşları,
Pastel muline ipliklerle boya yapar gibi işlenmiş, deniz ve gökyüzü...
İpek kurdelelerle işlenmiş meşe ve erguvan yaprakları...
Kum boncuklarla işlenmiş erguvan çiçekleri...
Punch la işlenmiş çim ve bitkiler...
Ve daha onlarca yeni fikir....
Nakış, uzun bir yolculuk...